GÖNÜLDEN DUA

Genç adamın kafasında, yeni yılın ilk günüyle başlayan ve hiç bitmeyecek şekilde meşgul eden bir düşünce yumağı oluşmaya başlamıştı. İçini rahatsız eden kaygılarına önceden pek aldırmamıştı. Beş aya yaklaşan taşra görevinden sonra evine yeni dönmüştü. Evinden uzak bir ayrılık yaşamıştı. Üstelik, bir de bunun öncesinde de, evinden uzak bir şehirde askerlik hizmetini tamamlamıştı. Arkasından, çalıştığı kuruma geri döner dönmez, yöneticilerinin arzusu ile âniden teftiş görevine başlamıştı. Belki bu duruma bekâr olsa aldırmayacaktı. Fakat bu defa durum biraz farklıydı. Göreve başlamasının ardından henüz bir ay geçmemişti, ki eşinin doğum yaptığı haberini almıştı. Bunun üzerine, İş yerinden kısa süreliğine aldığı izin ile evine döndü. Bir gün sonra da, eşini doğumevinden çıkarıp, eve yerleştirdi. Sonra da, iş yerinden aldığı üç günlük iznini aldı. Ne çabuk geçmişti bu izin böyle diye düşünürken, dördüncü günün sabahında da, taşradaki görevinin başına dündü. Halbuki yirmi günü aşan aşacak şekilde izin hakkı da olmasına rağmen. 1980’li yılların memuriyet anlayışı böyleydi işte. Bu anlayışa uygun bir yaşam sürdürülüyordu, o tarihlerde. Sadece yapabildiği şey, henüz beş günlük çocuğunun yüzünü hafızasında yer ettirmekti. Sonra da, alelacele kendisine verilen, enazından dört ay sürecek denetim programındaki dört işyerini, teftiş sırasına göre bitirmeye koyuldu. Görev bitmeden, işyerinden izin almayacak; 15 günde veya bazen 21 günde bir olmak üzere, hafta sonlarına gelen tatil günlerini değerlendirerek evine gelip, gidecekti. Eşini ve yeni doğan yavrusunu görmesi ve haftanın ilk iş gününde tekrar taşra görevine dönmesi şeklindeki bir çalışması, önceleri uzunca bir süre gibi geldiyse de, ilk iki ayın sonunda buna da alıştı.
İnsanoğlu zorluktan rahatlığa geçmeye çabuk alışıyordu; lakin rahatlıktan zorluğu geçmeye dahabir zor alışıyordu. Ama gençti, alışacaktı elbet. Daha iş hayatında kimbilir neler görecekti. Öyle de oldu. Daha sonraki iki ay da, biraz daha alışmıştı hasretlerine. Dört ayın sonunda taşra görevinin bitmesi sonucunda tekrar evine dönmüştü artık. Fakat, kısa bir süreliğine içini sevinç kapladıysa da, henüz üçbuçuk aylık olan küçük oğlunu görünce, sıkıntıları yeniden depreşti. Haftanın ilk iş günü işyerine gitti. Akşama doğru evine dönerken önceden plânladığı şekildeki yeni aldığı iş programını düşünmeden edemedi: “Merkezde verilen görev yerlerine göre, en fazla altı ay evimde olağım.” Görev verilen değişik iki işyerinin de, oturduğu evine olan uzaklıkları en fazla iki kilometreyi geçmiyordu. Pek fazla uzak değildi, hatta öğle aralarında bile evine gidip gelebilir, çocuğunu görebilirdi. İşyerine gidiş gelişlerini rahatlıkla yaya olarak yapabilirdi. En azından, ileriye yönelik çalışma şartlarının sıkıntıların böylece azaltabilirdi. Bazen de, “Ne zormuş bu mesleğin stresti.” demekten kendini alamıyordu. Sabahları işyerine ulaşma telaşı, yolların insan kalabalıklığı ile kafası biraz rahat oluyordu. Fakat akşamın geceye dönüşen karanlığında eve dönüşleri ise tam bir kabus olmuştu genç adam için. Çoğu zaman da: “Bu strese alışmalıyım artık.” diye kendi kendini uyarıyordu. Ama ne mümkün olmuyordu işte.
“Ben, çocuğumun her gün için büyüdüğünün her safhasını nasıl göreceğim. Allahım bana yardım et. Taşra görevim buna da pek müsait değilki. Yılın neredeyse yedi aya yaklaşan kısmı taşralarda geçiyor. Sabit göreve mi geçsem yoksa.” Bu şekilde düşüncelerle ilk şube müdürlüğünün teftiştişin bitirmiş, ikinci şubenin teftişine başlamasınından itibaren yirmibeş gün gelip geçivermişti bile. Hafanın ilk günüydü. İkinci işyeriyle ilgili olarak verilen görevin süre yönüyle bitmesine beş gün kalmıştı. Denetlediği işyerinin kapısından girerken, biraz da işe yoğunlaşmalıyım, “Belki rahatsız eden düşüncelerimden kurtulabilirim.” diye iç geçirdi. Dört haftaya yaklaşık bir süredir gelip gittiği ikinci işyerinin kapısından girerken, önce derin derin soluklandı. Sonra da, yanımda birisi de olabilir mi, diye hiç düşünmeden, biraz da seslice mırıldanırcasına, gönülden gelen bir duada bulundu:
“Allah’ım bana yardım et! Sıkıntılarımı gider… Yarabbim.”
Böyle bir iç sıkıntısı haliyle, teftişini yaptığı banka şubesinin önüne geldiğini fark etti. Şubenin camlı dış kapısını aralayarak mevduat servisinin önündeki geniş hole girdi. Hole giriş yönündeki sol tarafına baktı; şubenin müdürü, biraz erkence gelmiş olacaktı ki, masasında epeydir gelmişcesine bir hava ile oturuyordu. Veya en azından böyle bir havası vardı. Şube müdürüne başıyla hafifçe bir selâm vermeyi ihmal etmeden; doğrudan gidip, kendisine ayrılan çalışma masasının başındaki koltuğuna oturdu. Kendisini bekliyormuşcasına, masasının önünde duran odacının masasına o anda bıraktığı, günlük resmi gazeteyi aceleyle gözden geçirirken, gazetenin hemen ikinci sayfasına gözleri takıldı. Bakanlar kurulu kararı ile belirlenen hükümet kararıydı bu. Teşekkül ettirilecek sekiz tasfiye kuruluna ilişkin kararı hızlıca okudu. Kararın özü, o günlerde ekonomiyi oldukça meşgul eden bankerlerin tasfiyesi ile ilgiliydi. Her bir tasfiye kurulunun teşekkülü için iki üye ve bir başkandan oluşmasından bahsediliyordu. İki devlet bankası veya kurumunın müfettişi ile, başkanının da resmi kurumların hukuk müşavirlikleri avukatlarından olacağı haberini, her bir kelimeyi gözden kaçırmadan ve dikkat ede ede okudu. Bu hükümet haberine kendini vererek okumasının nedeni; o günlerde, ekserisi memurlardan olan birçok ailenin bankerlere yatırdığı paralara bağlı olarak, iki kişinin de bir araya geldiğinde konuştuğu ekonomik yönden zora giren bankerlerin durumlarının günlük konuşmaların içinde yer almasıydı. Bankerlerin bu zor duruma düşüşleri, biraz da, dönemin Maliye Bakanın gazete manşetlerine düşen “Bankerlere para yatıran kumar oynamış gibidir.” şeklindeki demeciyle ateşlenmişti. Bankerlere yatırılan taze paralar, ödedikleri faizleri karşılar hale gelmişti. Öyle bir durumdalardı çoğu bankerler. Birisinin iflası, diğer bir bankerin mali gücünün bozulmasının başlangıcı oluyordu. Çünkü halk, bankerlere para yatırmaz olmuş ve alacaklarının tahsili derdine düşmüştü. Bakanlar kurulunca alınan bu kararı sonuna kadar okuduktan sonra, “Bu iş, hukuk bilgisine dayanan elemanların işi diye düşündü ve resmi gazeteyi masanın köşesine fırlatırcasına atarken,
“Şayet ben görevlendirilsem başarılı olamamki, hukuk bilgisini gerektiren bir iş bu, benim de ticari ilimler akademisindeki ticaret hukuku derslerim hariç diğer hukuk derslerinden ve özellikle icra hukuku dersinden aldığım notlar on üzerinden beşi geçmedi ki, bu görevi yapmak ancak icra hukukçularının işi olabilir.” Sonra yine düşünmeye başladı: “Şu bir haftada bitireceğim işe bakayım önce ben, herkes bildiği işi yapmalı.”
Masasının önüne akşamdan düzenli olarak koyduğu borçlu cari hesap ile kredi teminatına alınan senetlerin kaydedildiği iki ayrı kalamozayı yan yana açarak eline aldığı yeşil renkteki kalemle, bu defterlere kayıtlı işlemleri karşılıklı kontrol edip, iç geçirerek işe başlarken, diğer taraftan da önüne konan ıhlamur çayını içmeye niyetlenip, fincanından ilk yudumu aldığı sırada:
“Efendim sizi müdür beyin odasında çalan telefondan istiyorlar” diyerek, masasının önüne gelen odacının sesiyle irkildi.” Galiba işe kendimi çabuk kaptırmışım diye düşünürken, odacının, “Galiba, teftiş kurulunuzun başkanı tarafından aranıyormuşsunuz diyen sesine odaklandı ve birden hızlıca yerinden kalkarken belli belirsiz söylendi:
“Otuz gün tamamlanmak üzere ya, hazırlayacağım raporun bir ay içinde bitirip bitiremeyeceğimi soracaktır mutlaka. Veya, taşraya bir soruşturma işi için gönderecektir.”
Mırıldana mırıldana ve bu arada biraz da, beyaz tenli yüzününün heyecandan sararmış rengiyle, şube müdürünün odasına girdi. Nezaketen müdürün odadan ayrıldığını farketti ve masadaki açık bırakılan telefon ahizesini eline aldı, kulağına götürdü ve:
“Buyrun efendim” diye konuşmaya başladığı anda, karşı taraftan, Teftiş Kurulu Başkanının ses tonundaki heyecanından, onun da telaşlı olduğunu anladı. Başkanın doğrudan konuya girmesinden, bahsettiği işin aceleyle yerine getirilmesi gerektiğini belli ediyordu: “Başbakanlık bizden beş müfettiş istemişti.” diye söze giren başkan, “Son günlerde iflas eden bankerleri gazetelerden okumuşsundur, bu bankerlerin tasfiyesi için tasfiye kurulları oluşturulacakmış ve oralarda çalıştırılmak üzere bizlerden eleman istemişlerdi. Senin adını Başbakanlığa gönderdiğimiz listeye yazmıştık. Bu beş kişiden, dört kişiyi seçmişler ve sen de o isimlerin arasındasın.” Başkanın hiç duraksamadan telefonda söylediklerinden, az önce resmi gazetede okuduğu bakanlar kurulu kararındaki yazılanları, hemencecik bağdaştırdı. Sabahın ilk saatlerine şükretmeliydi. Bu saatler algılama gücünün en kuvvtli saatleriydi çünkü. Hızla olan bitenleri beyninden geçirdi: “İflas eden birçok bankerle ilgili bir iş olmalı”, diyerek düşündü ve başkanın kısa bir duraksamasından faydalanarak “Evet bende okudum o haberi.” diye cevap verdi. Verdiği cevaptan olacak, Teftiş Kurulu Başkanının telefondaki sesi biraz rahatlamıştı anlaşılan, ki az öncekinden daha rahat bir şekilde konuşmasını sürdürmeye başlamıştı:
“O nedenle elindeki işleri hemen tamamlaemak için programını yap, ama öncelikle de bir taksiye atla ve acele olarak yanıma gel. Haydi hemen acele et.”
Karşıdan telefonun kapanan sesini duymasıyla elindeki ahizeyi yerine koyup, ne yapacağını, kıvrak bir anlak ile ayak üstü düşünürken, meraklı bakışlarla odaya giren şube müdürüne lafı uzatmadan sadece “Başkandı arayan, beni Başbakanlık’ta görevlendirmişler, onu haber veriyor, hemen çıkıyorum.” dedi ve masasına yönelip, evraklarıı toparlayarak masanın çekmecesine kilitledi. şube personeli bölümü ile camlarla ayıran odasında oturarak hareketlerini izleyen Müdüre, odasının önünden geçerken, gideceğini belirterek, “Teftiş Kuruluna gideceğini ve soran olurlarsa, bu şekilde cevaplayacağını belirttikten sonra sonra dış kapıdan ana caddeye çıkıp bir taksi çevirdi. Sabah saatlerinin trafik yoğunluğundan dolayı, on dakika içinde varacağı yerde taksiyi durdurdu. Ziya Paşa Caddesi üzerinden Başkanlığa giden Bayındır sokağın kesiştiği noktada inip, Bayındır sokaktan Atatürk Bulvarı yönüne doğru ilerleyerek Teftiş kurulu başkanlığının bulunduğu binaya girdi ve asansörü kullanarak beşinci kata çıktı. Bu kat, müfettişlerin bulunduğu kattı. Genişçe olan salon büyüklüğündeki oda, Teftiş Kurul Başkanı makam odası olarak kullanılıyordu. Başkanlık makam odası ile teftiş bürosu arasında kalan küçük oda ise, Başkan Yardımcısına ayrılmıştı. Başkan yardımcısı odasında ise o anda kimse yoktu. Başkan adedi gereği bir sekreter kullanmıyordu. Bu nedenle, doğrudan Başkanın makam odasına yöneldi ve kapalı olan kapının dışından, kapıyı sakince tıklattıktan sonra kapıyı açarak içeri girdi. Geniş masasının arkasında duran kırmızı koltuğunda oturan Başkan ile masasının önünde karşılıklı bulunan iki koltuktan birinde Başkan Yardımısı ile karşısındaki koltukta oturan orta yaşlardaki müfettişi selamladı. Masanın karşısındaki üçüncü boş koltuğu işaret edip, oturmasını isteyen Başkanın talimatı ile karşılarına gelecek şekilde konulmuş koltuğa oturdu. Önüne getirilen çayı yudumlarken, Başkanın konuşmalarını dikkatle dinlemeye başladı. Başkan lafını fazla uzatmadı:
“Seni ve Başmüfettiş Ahmet Beyi Ankara’da kurulacak tasfiye kurullarında, İstanbul’daki faaliyet gösterecek tasfiye kurullarında da çalıştırılmak üzere, oradaki grupta çalışan iki arkadaşı, Başbakanlığın Kurumumuza gönderdiği talimatla görevlendirdik. Kurul bürosundan size verilecek görev belgeleriyle Milli Piyango idaresinin yanında bulunan; inşaatı yeni bitmiş Özel İdare binasına Ahmet Beyle gidin. Tarif ettiğim binadaki Tasfiye Kurulları İdare Amirliğine gidip, görevlendirilme kağıtlarını vererek göreve başlayacaksınız. Orada çalıştığınız sürede, kadronuz bizde olacak. Haliyle, kadronuz bizde olduğu için maaşınızı da Etibank’tan alacaksınız. O bakımdan, her ay sonunda Teftiş Kurulumuza verdiğiniz aylık çalışma cevtvellerini de yine, Teftiş Kurulu bürosuna verirsiniz. Gideceğiniz bina, orada faaliyet göstecek Ankara Bankerleri Tasfiye Kurullarına tahsis edildi. Gelen Başbakanlık yazısına göre, bankerlerin tasfiyesi kararlarını çıkartan Ankara Üçüncü Asliye Ticaret Mahkemesine bağlı olarak çalışacaksınız. İdari yönden de, nereye bağlı olacağınız şimdilik belli değil. Hadi bakalım gidin şimdi. Orada bugünden itibaren göreve başlamış olacaksınız.”
Teftiş Kurulu Makam odasından çıkarak, teftiş kurulunun beşinci katından zemin kata inecek asansörü beklerken, aynı çalışma kaderini paylaşmaya başlayan iki yol arkadaşından kıdemi üstün olan Başmüfettiş, yanındaki genç müfettişe, o sırada zemin kata inmek için harekete geçen asansörün içinde soruyordu:
“Bankerler tasfiye kurullarında görev alabilmek için, bir yerden torpil mi yaptın?!”
Beklemediği bir soruyla karşılaşmasına rağmen, toparlanması uzun sürmedi: “Hayır efendim; asli işim yönüyle ve ne getirip, ne götüreceğini bilmediğim bir işte, illâ da çalışmak için torpil yapmayı pek arzulamam. Kaldı ki, böyle bir iş sahası açıldığını bugün iş yerine gidince çalışma masamın üzerine konan resmi gazetedeki tasfiye kurullarıyla ilgili bakanlar kurulu kararını okudum. Okurken de; icra iflas hukuku dersim çok iyi değil, diye iç geçirip, acaba böyle bir işe seçilseydim başarılı olabilir miydim, bu işin yapılmasında epeyi acemilik çekerim.” diye de düşündüm. Arkasından da gazeteyi havaya atar gibi ayarlayarak masanın diğer köşesine fırlattım.”
“Dediğin gibi.. ben de bugün işyerine gidince başkanın bana telefon etmesiyle bu işi öğrendim. Demek ki torpilsiz de bu işler oluyormuş!
“Evet.” dedi, genç müfettiş devam ederek: “Bakalım daha nelerle karşılaşacağız. Yalnız, bana isabet eden bu işe seçilmem yönünde, şansımla ilgili birşeyler hissediyorum, ama olanları tam olarak anlayabilmem için biraz daha beklemem gerekiyor.”
Kıdemli başmüfettiş, genç yol arkadaşına “Ne demek istiyorsun”, der gibi baktıysa da, nedendir bilinmez bir yüz ifadesiyle son anda konuşmamayı tercih etti. Zaten böyle konuşa konuşa, taze boya kokusundan yeni boyandığı her halinden belli olan özel idare binasına gelip, birinci kattaki tasfiye kurulları idari memurluğunun önüne gelinmişti. Çalıştıkları kurumlarından görevli oldukları sonradan anlaşılan yirmiye yakın sayıdaki müfettişin oluşturduğu kuyruk sırasına girdiler ve kendilerine verilen görevi tebliğ etmek için kuyruk sırasında beklemeye koyuldular.
İşleri bitince, kıdemli müfettişten ayrılan genç müfettiş, yeniden teftişini yaptğı banka şubesine gitti. Hafta sonu; cumartesi ve pazar günleri de dahil çalışarak düzenlediği raporun bir suretini şube müdürlüğüne, bir suretini de teftiş kurulu başkanlığına verdi. Kurumuyla ilgili görevini de şimdilik tamamlamış oldu. Yalnız ortada bir mesele daha olduğu, birden aklına düştü. Asli Kurumunda çalışırken, kurum kadrosunda fiilen çalışmak üzere aldığı; merkez ile taşra için tespit edilen harcırahların ödenmesi ne şekilde olacaktı. Haliyle, taşra dışına çıkılan harcırah zaten kesilecekti; doğru mantıkla düşünülürse de, böyle olmalıydı. Merkezde çalıştığı ücrette haliyle kesilecekti. Yoksa kesilmemelimiydi? Zira, asli kadrosu ve müfettişlik unvanı da devam edecekti, böyle olduğuna göre kesilmemeliydi. Mantıkta bunu gerektiriyordu. “Herhalde Başkanlık düşüncesi de aynı olmalıydı.” diye düşündü. Fakat, bir kaç gün içinde, aynı işte çalışan müfettişlerle yaptığı istişarelerde, böyle olmayacağını; merkezde kaldığı ve şimdiki görevlendirildiği iş süresince de, merkez harcırahını alamayacağı yönünde bir düşüncede olunduğu ortaya çıktı. Anlaşılyordu ki, alınan ek harcırahlar kesiliyordu. Acaba bugüne kadar aldığı meslekî disiplin ve akabinde aldığı askeri disiplin zihniyetiyle, dörtbuçuk ay boyunca titizlikle çalışması neticesinde tespit edip, teftiş raporuna aldığı iki konudan dolayı mı, rahatsız olunmuştu da, Başbakanlığın müfettiş talebi fırsat bilinerek, Kurum dışında bir göreve mi itilmişti. Sonra, aklına gelen o iki olayı yeniden düşünmeye başladı…
Mecburi askerlik vazifesini bitirip, yeniden görevine başladığı dört şube müdürlüğünün teftişleri sırasındaki dikkatli çalışmalarının birinde, merkezden taşraya giden evli bir çiftin her ikisine birden, tayin nakil harcırahı verilmişti. Halbuki mevzuata göre eşlerden birisine %50 eksiğiyle harcırah ödenmesi icap ediyordu. Olması gereken şekilde; bir yıl öncesinde fazladan ödenen harcırah kısmının iadesini, teftiş raporuna düşülen eleştiri maddesiyle ve bunun doğrultusunda ilgili memurun da rızasının alınmasıyla sağlatmıştı. Fakat paranın kullanılmasında, devlete verilen zarara ilişkin paranın kullanılmasına ait faizi de istememişti. Çünkü, harcırahı ödeyen kurumduı ve personelin kendileri hatalı değillerdiki. Hadi bu yaptığı uygun karşılanabilirdi. Çünkü düz memurlardı onlar. Fakat taşra teftişinin dördüncü banka şubesi için düzenlediği teftiş raporuna ne demeliydi. Son şubenin müdürü çalıştığı şube müdürlüğü hesaplarıından, daha önce çalıştığı taşradaki şubedeki müdürlüğü sırasında açtığı şahsi hesabının, karşılığı olmadığı halde, bir asgari ücreti aşan şekilde para çekmişti. Müdürlüğünü yaptığı şimdiki şubesindeki cari hesap servisinde çalışan bir memura verdiği talimatla, hesabının karşılığı var mı, yok mu demeden ve karşı şubeye sorulmadan para çekilmişti. Karşı şubedeki hesabının bakiyesi, çektiği paradan daha az bir para olunca; çektiği para kadar, karşı şubeye karşı borçlu hale gelinmişti. Hesabın bulunduğu banka şubesi ile alacaklı durumdaydı. Bankacılık literatüründe, buna kırmızı bakiyeye sebebiyet verilme durumu deniliyordu. Genç müfettiş, kayıtlardan tespit ettiği bu fiili durumu, hesap sahibi kurumun müdürüdür demeden ve buna bakmaksızın teftiş raporuna yazmıştı. Şubeye ve Teftiş kurulu Başkanlığına ayrı ayrı sunduğu raporun mütalaasında da, kırmızı bakiye durumunu eleştiren şekilde değerlendirmekle yetinmişti. Ancak gerek fazla alınan harcırahın iadesi ve gerekse kırmızı bakiyeye sebebiyet verilmesini ise, disiplin işlemini gerektirecek bir boyuta taşımamıştı. Sonradan öğrendiği kadarıyla, bu şekildeki çalışması uygun görülmemiş, ama bu konularla ilgili olarakta, kendisine birşey de denmemişti. Fakat bu konuda, Tefiş Kurulu Başkanı ile alakalı birimlerin başkanları birbirine girdiklerini de duymuştu. Teftiş Kurulu Başkanı haliyle müfettişini korumuştu, ama devamlı buna benzer meseleler yaşanmakta istemiyordu. Fakat, genç müfetttişe bir ders de verilmeliydi.
Her yıl için belirlenerek Maliye Bakanlığı bütçelerinde tespit edilen harcırahların, genç müfettişin teftiş birimi dışındaki bir göreve atanmasıyla kesilmesi, onun için yeterli bir ders olabilirdi. Duyduğuna göre. böylece bir para kaybı yaşatılmış olacaktı. Bu tecrübe ona yeterdi ve bir daha bu işlere de girişmezdi. Böyle düşünülmüştü. Öğrendiği de ve sezgi gücü de böyleydi.
Ama Başbakanlık emrinde olmak üzere, Tasfiye Kurullarında görevlendirmede, ödenen ücretlerdeki gelişmeler umulduğu gibi olmadı ve âmirlerinin kendisine karşı kurduğu düzen her nasılsa tutmadı… Zira, genç müfettişin Kurumdan ayın sonunda ayrılmasıyla ve yeni başlayan ayın başında çıkan resmi gazetede, mali bir düzenleme daha vardı. Bakanlar Kurulu Kararında Maliye Bakanlığınca, yeni bir uygulama daha ortaya konmuştu. Yıllık bütçelerinde belirlenen ek ödeme şeklindeki harcırahları kaldırılmış ve yerine kadro maaşlarına uygulanacak belli bir katsayı kadar “Özel Hizmet Tazminatı” ödemesi getirilmişti.
Bu hesapla, genç müfettiş kârlı bile çıkmıştı. Hem sabit bir görevde bulunmakla evinden ayrı düşmeyecek ve hem de burada çalıştığı süre içinde, henüz yedi aylık çocuğunun her geçen günde büyümesine şahit olabilecekti. Ayrıca, bir gelişme daha olmuştu. Çalıştığı bankerler tasfiye kurulundan, KİT’lerde görev alan bir personel gibi maaş alacaktı, ki alacağı ücrette, asli kurumdan aldığı maaşın yarısı kadar net bir ücrete denk geliyordu. Bunu duyan asli Kurum âmirleri şaşkınlık içindeydiler. Bir defasında, Teftiş Kurulu Başkanlığına ziyarete gittiğinde, Başkanın, “Yine dört ayağının üzerine düştün.” şeklindeki şakasından bunu anlamış ve gülümsemişti.
Aradan iki ay geçmiş, işlere hızla başlamıştı. Görev aldığı tasfiye kurulunda, açılan tasfiye masalarından birine alacaklıların kaydedilmesi gerekiyordu. Hukuk işlerinde de başarılıydı ve Asliye Üçüncü Ticaret Mahkemesine, kurulca yapılan işlemlerden dolayı alacaklılar tarafından açılan davalara karşı yazdığı cevap layihalarından dolayı, söz konusu Mahkemenin Hakimlerince, diğer tasfiye kurulları üyelerine örnek gösterilmeye başlanmış ve “Cevap lahiyaları böyle açıklamalı yazılacak.” denmeye başlanmıştı. Kurul başına düşen banker sayısı her ay artmaktaydı ve her açılan tasfiye masası için, alacakı olanların masaya alacaklarını bir ay içinde kayıt yaptırabilmeleri ve süreyi kaçırmamaları yönünde alacaklılara gerekli duyurular resmi gazetede yapılıyordu. Tespit edilen belirli günlerde, açılan tasfiye masalarına alacakların kaydı için, nöbetçi komisyon üyesi olarak memurların başında gidiliyordu. Nöbetçi olarak kurul memurlarının başında gitme sırası o gün kendindeydi. İşin başına geçti. Önce bankerden alacaklı olanları belli bir sıraya koydu. Sıraya giren banker alacaklılarına üye sıfatıyla, bankerlerden alacaklı olduklarını belirten ellerindeki bonolarını ve faiz bono eklerini, tasfiye masasına ne şekilde kayıt yaptıracaklarına dair açıklama bulunurken, alacaklı sıransının en önündeki bir alacaklı gözüne ilişti. Önce önemsemedi, bu arada ne şekilde davranılacağını aksamadan anlatıp sonra, yeterli açıklamalarda bulundu:
“Tamam sayın alacaklı arkadaşlar.” dedi. “İşte bu yaptığım açıklamalar doğrultusunda ellerinizdeki belgeleri kayıtlarımıza bir sıra numarası altında alacağız, birbirimize yardımcı olarak, akşama kadar kayıtları yapacağız. İzdihama sebebiyet vermeyelim lütfen.”
Konuşmasını bitirdi, heyecanla bekleyen sıraya yeniden göz atıp, büroya gireceği sırada, az önceki gözüne aşina olan orta yaşlardaki adamla yeniden gözgöze geldi. O da kendisini tanımıştı. Dört yıl önce, master yaptığı “Bankacılık ve Sigortacılık enstütüsünde, kendilerine “Sigortacılık ve Aktuaryal hesaplama tekniği.” dersine giren hocaydı, karşısındaki adam. Kısaca bir hatır sorma gereğini duydu. Biraz konuştu, ki hocası meraklı gözlerini dikerek sorusunu çekinmeden sordu:
“Müfettiş bey, bu göreve gelebilmek için kimi torpil olarak kullandın.”
Üç aydır kafasını meşgul eden ve hatırladıkça devamlı Allah’tan istediği ve ancak kader olarak da değerlendirebilecek olan; içinde büyüttüğü ihtiyacına karşılık, gönlünden geçirdiği ve arzu ettiği hislerine cevap bulduktan sonra hazırladığı cevabını hafifçe sıkılarak, ama gururla verdi:
“Benim torpilim çok şükür.. Allah’dı. Kimseden de yardım almaya ihtiyaç duymadım. Sadece Allah’tan ilendim. Yardımcım, Allah oldu!.”

Ankara, 24.07.2018-Salı
Mustafa Hüseyin USLU